21 Ağustos 2012 Salı

Büyük Devlet Olmak

Tayland'daki Osmanlı armasının sırrı
Güney Asya'daki Siam ülkesi Tayland ile Singapur'da İslamiyet yoğun olarak yaşanırken, her iki ülkedeki eserlerde Osmanlı'nın izleri bulunuyor.


PEKİN - Ali İhsan Çam
Dünyada adı İslamiyet'le pek anılmayan ancak İslamiyet'in yoğun olarak yaşandığı ülkelerden biri de Güney Asya'daki Siam ülkesi Tayland.
Dünya'nın turizm merkezlerinden olan ve bu anlamda adından sık sık söz edilen Budist krallığı Tayland'da 8 milyon Müslüman bulunuyor ve Budizmin ardından ikinci büyük din İslamiyet.
Müslümanlar ülkenin güneyindeki Fettani, Cala, Narbitos ve Stul vilayetlerinde yoğunlaşmış olsa da başta başkent Bangkok olmak üzere birçok kentte Budistlerle birlikte yaşıyor.
Tayland'da Müslümanların okul açma, cami yaptırma, fakir Müslüman ailelere yardım ve gençlerin eğitimi gibi çalışmalar ülkedeki tek dini otorite olan "Şeyhülislamlık makamı" üzerinden yürütülüyor.
Ülkede 4 binden fazla cami olduğu belirtilirken, İslami eğitim veren 500 civarında okul olduğu ve bu okulların birçoğunun medrese şeklinde eğitim verdiği kaydediliyor.

İsterlerse dini kanunlar uygulanıyor Tayland'da Müslümanlara istedikleri hallerde İslami kanunlar uygulanıyor ve Müslümanlar kamusal alanda sınırlı olarak kullanılsa da bazı medeni ve resmi işlemlerini dini kanunlara göre uygulama hakkına sahip.
Tayland’da bulunan ve helal damgası kullanmak isteyen tüm firmaların ürünleri ve içerikli laboratuarlarda Müslümanlar tarafından incelendikten sonra helal damgası alabiliyor.
Ülke medyası genel olarak Budistlerin elinde ancak, başkent Bangkok’ta Müslümanlar için 9 televizyon kanalı bulunuyor. Bu kanallar İslami içerikli yayınlar yapıyor.

Osmanlı armalı cami Tayland'da diğer Asya ülkelerine nazaran doğrudan bir Osmanlı etkisi görülmese de Bangkok'ta bulunan Bang Uthit Camisi'nin girişinde dev bir Osmanlı arması bulunuyor.
Bangkok'ta irili ufaklı 200 civarında cami ve mescit bulunduğu söyleniyor ve kentteki en eski camilerden olan Bang Uhdit Camisi'nin girişindeki "Devlet-i Aliyye" arması dikkatli incelendiğinde Sultan II. Abdülhamid'in tuğrası dikkati çekiyor.
Osmanlının son dönemine denk gelen ve Sultan Abdülhamid'in tahtından indirilmesinden 7 sene sonra inşa edilen bu armanın da ilginç bir hikayesi var.
Sultan II. Abdülhamid'in uyguladığı İttihad-ı İslam siyaseti çerçevesinde o dönem tüm dünyadaki Müslümanlar gibi Tayland'daki Müslümanlar da İslam halifesinden haberdar olmuş ve hilafete bağlılıklarını ifade etmişler.
Cami cemaati ve çevredeki Müslümanlar o dönem Siam Krallığı'nın Müslümanları olarak İslam'a ve hilafete bağlılıklarını yinelemek için Sultan ve Halife II. Abdülhamid'den bir nişane talep etmiş.
Talebin ardından Osmanlı'nın Siam Krallığı'na Devlet-i Aliyye kendilerine numune olacak bir arma göndermiş.
Müslüman toplumu da camilerin kapılarının üzerine bu armanın aynısını işleyerek Hilafet merkezine bağlılıklarını ifade etmek istemiş.
Hilafet'in kaldırılmasının ardından ülkede bu uygulamaya son verildiği anlatılıyor ancak Bang Uhdit Camisi'ndeki "Osmanlı nişanesi" tüm ihtişamıyla günümüzde hala muhafaza ediliyor.

Singapur'da İslamiyet Türkiye'den binlerce kilometre uzaklıktaki küçük bir ülke olan Singapur'da İslamiyet ülkenin ana unsurlarından.
Singapur'da her millet kendine has bölge ve mahalleler kurmuş. Ancak bunların arasında en dikkat çekeni şehrin merkezindeki Müslüman bölgesi ve ülkenin en eski camisi Sultan Camisi.
Sultan Camisi'nde ezan sesli olarak okunuyor ve binlerce Müslüman bu bölgedeki sosyal alanlar ve tesislerde vakit geçiriyor.
Müslümanlar kendilerine ait eğitim sistemi ve teşkilatlarıyla birbirlerine bağlı bir topluluk olarak dikkati çekiyor.
Singapur'daki Müslümanların genel nüfusa oranının yüzde 15 olduğu ifade edilirken, Müslümanlar hem sosyal hayatta hem de kamusal alanda ülkedeki en etkin topluluklardan.

A.A

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Veba Hastanesi

Bir İngiliz Amirali, Adolphus Slade'e inanacak olursak, 1820'lerin sonunda Kız Kulesi, 'Veba Hastanesi' olarak kullanılmaktadır,başında da Fransız doktor Antuan Lago vardır. Kız Kulesi, 1829'da çıkan bir kolera salgınında karantina hastanesine dönüştürülür. 20 yıl karantinahane olarak kullanıldıktan sonra bu defa 1857'de deniz feneri olarak kullanılmak üzere Fenerler İdaresi'ne verilir.

Mustafa Armağan/Osmanlı'yı İmparatorluk Yapan Şehir
S:28

Zaman!!!

Abbâs bin Hamza 'rahmetullahu aleyh' buyurdu ki; "Hocam Ahmet bin Ebi'l Havârî, hocası Ebû Süleymân Dârânî'den nakletti: "Bir vaktin insanlarının bozulduğuna alâmet, o insanların korkudan çok ümid içinde olmalarıdır."

Evliyalar Ansiklopedisi 1. Cilt 43. Sayfa.

25 Mayıs 2012 Cuma

Dedikodu


Hünersiz insanlar hünerli insanları görmeye katlanamazlar. Nitekim sokak köpekleri av köpeği gördü mü havlar dururlarda yanına sokulamazlar. Sefil ruhlu insanlarda hünerli biriyle başa çıkamayınca, ruhlarının olanca pisliğiyle dedikoduya sarılırlar.


Sâdi-i Şirâzî/Gülistan
S.222

17 Mart 2012 Cumartesi

Masallardan Sonra?

  Prens prensesi öptü ve kötü kalpli cadının yaptığı büyü bozuldu.Prenses hayata tekrardan gözlerini açtı. Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine.
  İşte mutlu son: Prens ve prenses birbirlerine kavuştu, masalda burada bitti. Tamda başlaması gereken yerde SON. Acaba buradan sonrası, gerçek hayat ismi altında mı ele alınıyor? Buraya kadar herşey güllük, gülistanlık olduğu için mi masal adı?
  Çocukluğumuzda prensle prenses kavuştuğunda, mutlu sonla biten masallarla büyüdük. Çocuk aklı işte sonrasını hiç sormadık. Hep mutlu mesut geçinip gittiler mi? Yoksa hayat tamda bu nokta da sona mı eriyor da devamı gelmiyor masalların, merak dahi etmedik.
  Masal bitip uykuya dalarken,kendi prensimizi,prensesimizi düşledik. Bizde prens/prensesimize kavuştukmu mutlu sona gelecektik. (Bize bunu empoze edenler utansın)
  Gün geldi bulduk prensimizi/prensesimizi. Türlü badireler atlattık, kötü kalpli cadıları, kıskanç üvey anneleri yendik. Öptük prensesimizi/prensimizi büyü bozuldu. Ama ne bir sondu, nede prens/prensesdi karşımızda dikilen. Durduk hatıralarımızı yokladık, çocukluğumuza döndük. Masallardan farklı ne yapmıştık? Düşündük, düşündük, düşündük... Farkettik ki bütün masallar kavuşana kadardı ya sonra?
  Rapunzel'in upuzun saçlarını hergün sabırla aşkla taramışmıydı prensi? Öpüp koklamış mıydı? Yoksa kesip süpürge yapıp, eline mi vermişti?
  Ya mışıl mışıl uykusundan uyandırılan dünya güzeli? Sarayında yumuşacık bir yatağa mı sahipti? Yoksa "Yeter ya! Ömrünün sonuna kadar uyuyacak mısın? Bu sarayın hali ne? Kalk da azıcık iş yap, kahvaltımıda yatağa getir." diyen bir kocaya mı?
  Peki kurbağa prens memnun muydu yeni hayatından, yoksa bıkmış mıydı kadın dırdırından?


Perestu Sultan

20 Şubat 2012 Pazartesi

Soru Sormak

Vernon Benjamin Mountcastle adında bir nörofizyoloji profesörü ABD’de 1986’da Ulusal Bilim Madalyası almış. Bir gün öğrencilerinden biri sınıfta sormuş.
  "Prof. Mouncastle" demiş, "ben bir inceleme yaptım, Amerika’da 3200'ün üzerinde nöroloji profesörü var. Niçin siz?" 
Prof. Mountcastle, "kesin olarak bildiğimi söyleyemem, ama bir tahminim var," demiş ve ilave etmiş; "annemden dolayı. Ben ilkokuldayken arkadaşlarımın anneleri çocuklarına, bugün öğretmenin sorusuna iyi bir cevap verdin mi, diye sorarlardı. Benim annem ise, Vernon, bugün öğretmene iyi bir soru sordun mu, derdi.

Çocuk Mizacı

Zira Allahü tealanın kudreti ile ulvi ecramın, süfli cisimlerde, çeşit çeşit tesirleri daimi olduğundan, bütün halkın şekil, hal, ahlak ve tavrı, henüz ana rahminde nutfeyken rastgelen, baht ve tali'lerin tesirlerinden meydana gelmiştir.

Ana rahmine nutfe vakı olduğu saatte, baba ve annenin tali'leri hangi işteyse, o nutfenin zatına tesirle nakşbend, yani işlenmiş olur. Mesela saadet, şekavet, anlayışlı, ahmak,bahil, cömert, korkak, yiğit, sevgi, düşmanlık, hırs, kanaat, himmet ve alçaklık, fakirlik ve zenginlik, rahat ve rahatsızlık, yaşama ve yaşamama, cemâl ve kemâl, kelâl ve melâl her ne hal üzre ise, o nutfanin zatına tali' olur. Çünkü o nutfe, ceninin cisminin levfi mahfuzudur. Levhi mahfuz ise bu alemin mazharı, aynasıdır. O halde said olan o saadetini annesi karnıda bulmuştur. Şakiolan da, şekavetini anası karnından almıştır. Nitekim habibi ekrem 'sallallahu aleyhi vessellem' (Said o kimsedir ki, annesi karnında said olmuş, Şaki o kimsedir ki, annesi karnında şaki olmuştur.) buyurmuştur. 


Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri/Marifetname 261.Sayfa

İstanbul

Evin içinde bir oda, odada İstanbul
Odanın içinde bir ayna, aynada İstanbul
Adam sigarasını yaktı, bir İstanbul dumanı
Kadın çantasını açtı, çantada İstanbul
Çocuk bir olta atmıştı denize, gördüm
Çekmeğe başladı, oltada İstanbul
Bu ne biçim su, bu nasıl şehir
Şişede İstanbul, masada İstanbul
Yürüsek yürüyor, dursak duruyor, şaşırdık
Bir yanda o, bir yanda ben, ortada İstanbul
İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım
Nereye gidersen git, orada İstanbul.

Ümit Yaşar oğuzcan

7 Şubat 2012 Salı

Hastalık

(Mümin hastalanıp iyileşince, hastalığı günahlarına kefaret ve ilerisi için ders olur. Münafık ise, hastalanıp iyileşince, bağlanıp salıverilen deve gibi kalkar. Niçin bağlandığını ve niçin salıverildiğini bilmez.) [Taberâni]

Osmanlı’ya Baş Kaldırmak/Boyun Eğmek

Mısırlı Dr. Fehmi Şinnavi ise o gür sesiyle şöyle haykırıyor:

“Günümüz Arap zirvelerinde temel mesele, İsrail’e ne kadar boyun eğileceği. Eğer Osmanlı’ya bunun binde biri kadar boyun eğebilseydik, şimdiye kadar elimize geçenlerin milyon katını kazanırdık.”

Hayata Dönüş...

Edirne Tarım Açık Cezaevinin, hükümlüler tarafından yapılan üretim faaliyetleri sayesinde geçtiğimiz yıl 1 milyon 885 bin 431 lira ciro yaptığı bildirildi.


Edirne Tarım Açık Ceza İnfaz Kurumu Müdürü Ufuk Aslan yaptığı açıklamada, cezaevinde kalan 320 hükümlüden bazılarının ücret karşılığında, cezaevine ait 3200 dönüm tarım alanında buğday, pancar, pirinç, ayçiçeği, mısır, arpa, meyve, sebze üretimi yaptığını, çeşitli el sanatı ürünlerini değerlendirdiklerini kaydetti.


Aslan, geçtiğimiz yıl 285 ton buğday, 400 ton pancar, 897 ton pirinç, 171 ton 500 kilo ayçiçeği, 53 ton 825 kilo meyve, 46 ton sebze, 74 ton 250 kilo et, 2300 adet kuzu, 300 kilo bal, 2 milyon 974 bin 350 adet yumurta, 960 bin 850 adet ekmek, 300 bin adet çay ve tost, 375 adet minyatür kispetin satışını gerçekleştirdiklerini belirterek, şunları söyledi:


”Bu satışlarımızdan 1 milyon 885 bin 431 lira ciro elde ettik. 2009 yılında ise ciromuz 1 milyon 705 bin 59 liraydı. Bu yılki hedefimiz ise 2 milyon lira. Üretim yaparak devletimize katkı sağlarken, bir yandan da buradaki hükümlülerin tahliyelerinden sonraki yaşamında meslek sahibi olmalarını sağlamayı amaçlıyoruz.”


”BİR KİŞİNİN BİLE CEZAEVİNE DÖNMEMESİ BAŞARIDIR” Aslan, 2000 yılından sonra ceza infaz kurumlarında çok ciddi bir görüş değişikliği yaşandığını, bunun sonucunda da hükümlülerin, ceza infaz kurumundan tahliyesinden sonra geri gelmemesi için tüm mesleki kursların ve diğer sosyal kültürel faaliyetlerin ön plana çıkartıldığını hatırlattı.


Bunun sonucunda da cezaevlerinin bir eğitim yuvasına dönüştüğünü ve bunun meyvelerini almaya başladıklarını vurgulayan Aslan, şöyle konuştu:


”Bir kişinin bile geri dönmemesi başarımızdır diye düşünüyoruz ve buna göre hareket ediyoruz. Açık ceza infaz kurumlarının amacı da, mesleki yönden bu tür faaliyetleri yerine getirmek. Biz de kurumumuzda bunu özellikle tarımsal konularda ön plana çektik. Mesela yeni yapmış olduğumuz bir yumurta tavukçuluğu ünitemiz var. Burası şu anda Trakya bölgesinin en modern tesisi. Burada yaklaşık 25 hükümlümüz çalışıyor. Bu hükümlüler, tahliyelerinden sonra çok rahat iş bulabilecek bir pozisyonda. Çünkü orada tavuğu, cihazları, yemlemeyi, ilaçlamayı tanıyorlar. Dolayısıyla tüketen hükümlüyü üreten hale getirip, ülke ekonomisine bir şekilde katkıda sağlamış oluyoruz. Özellikle son yıllarda iş yurtlarımızda bu tür faaliyetlerden dolayı elde edilen gelirlerle Adliye sarayları, yeni ceza infaz kurumları, modern binalar yapılmaktadır.”


AA

Aşk!..

Aşk, ancak demlenmiş yüreklerde yeşerir!

Mahkumiyet!..

İnsan, söylemediği sözüne hakimdir. Söylediğinin ise, mahkumudur.

Cumhuriyet Kanunlarında İçki Yasağı

Meclis’in 23 Nisan’daki açılışının üzerinden henüz 5 ay bile geçmemiştir. Başkanlık koltuğunda ulemadan Konyalı Vehbi Efendi oturmaktadır, kürsüde ise 3 yıl sonra Topal Osman tarafından öldürülecek olan Ali Şükrü Bey hararetli nutuklara kaptırmıştır kendini…

Ali Şükrü, İslam’ın içkiyi bir ahlak ve fazilet müeyyidesi olarak yasakladığını ve ülkeyi felaketten kurtarmak için bu kanunun Meclis’ten geçmesi gerektiğini savunmaktadır. Sadece içkinin alenen alınır satılır olması değil,ülkenin gelirinin Gayri Müslimlerin cebine gitmekte oluşu da endişelendirmektedir onu. “Trabzon’da 4 Rum meyhanesi vardı.” der ve ekler acı bir dille: “Şimdi sayıları 73 oldu. Bir avuç Pontusçu rakı yapıp memleketi soyuyor, bu paralar Yunanistan’a kaçırılıyor… Rakı uğruna emlak ve akarlar bizden Rumlara, Ermenilere geçiyor. Maliye Vekili(Bakanı) tapu kayıtlarını tetkik etsin.”

Velhasıl, içki içenlere ve satanlara kaç sopa vurulacağı konusundaki müzkereleri, yasağın Müslüman olmayanları kapsayıp kapsamayacağı tartışması izler ve teklif, 14 Eylül’de nihai şeklini alır. Buna göre her türlü alkollü içki üretimi, ithali, satın alınması ve kullanılması yasaklanıyor, alenen içenler veya gizlice içip de sarhoşluğu belli olanların 50 liradan 200 liraya kadar para cezası 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacakları hükme bağlanıyordu. Memurlar içki içerlerse hem cezalandırılacaklar, hem de memuriyetlerinden olacaklardı; üstelik bu hükümler temyiz de edilemeyecekti…

Mustafa Armağan / Küller Altında Yakın Tarih S.251-253

Ben bî kesin, sen ol kesi…

Herkesin var bikesi,

ben bî kesin, yok kimsesi.
Ben bî kesin, sen ol kesi,
Ey kimsesizler kimsesi.

Osmanlı’nın Sırrı

Bin dokuzyüzellidokuz senesinde Erzincanda öğretmen idim. Erkek lisesinde konferans dinledik. Dinleyici öğretmenler birkaç yüz kişi idi. Önce, Erzincan me’ârif müdürü, sonra, konferans sâhibinin asistanı konuşdu. Üçüncü olarak konferans sâhibi olan, Sağlık Bakanlığı Sosyal Hizmetler Akademisi öğretmenlerinden psikoloji doktoru sayın Mithat Enç konuşdu. Uzun boylu, gür sesli idi. Çok te’sîrli konuşuyordu. Zekâ üzerinde birkaç gün konuşdu. Son günü, zekâ ölçüsünü, test usûlünü anlatdı. Avrupalı, Amerikalı psikologların kitâblarından yeni bilgiler verdi. Zekâ ölçmenin târîhçesini söylerken, özet olarak dedi ki, (Zekâ ölçmek, test usûlünü kullanmak, ilk olarak Osmânlılarda başladı. Amerikan literatürlerinde okuduğuma göre, Osmânlı orduları Viyanaya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korkdu. İslâmiyyet Avrupaya yayılıyor, hıristiyanlık yok oluyor diye şaşkına döndüler. Osmânlı akınlarını durdurmak için çâre aradılar. Çok uğraşdılar. Bir gece yarısı, İstanbuldaki İngiliz sefîri şifre yolladı. Avrupaya müjde vermek için sabâhı bekliyemedi: Buldum, buldum, Osmânlıların zaferden zafere ulaşmalarının sebebini ve bunları durdurma çâresini buldum, diyor ve şöyle anlatıyordu:

Osmânlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletden , hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, sarâydaki (Enderûn) denilen mekteblerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı müslimân olarak yetişdiriliyorlar. Osmânlı ordularını zaferden zafere ulaşdıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyâset ve idâre adamları, hep böyle yetişdirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmânlı akınlarını durdurmak için, bu Enderûn mekteblerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, müslimânları ilmde, fende geri bırakmak lâzımdır).

Ahmed Cevdet Paşa / Faideli Bilgiler S.197-198

Dünya

Geçirme ömrünü mü’min, sakın ki, kîl-ü kal üzre!
Sözün ma’nasını anla, ne yürürsün hayâl üzre?

Bu dünyânın süslerine, amân aldanma ey gâfil!
buna her kim gönül verse, geçer ömrü melâl üzre.

Bir dikkatli nazar etsen, bu dünyâ ehline cânım,
kazanırlar para dâim, bunlar cenk ve cidâl üzre.

Bu dünyâ ya neler geldi, ben diyenler geçüp gitdi,
bilmeli bu fânî mülkü, yaratdı Hak zevâl üzre.

Akıllı olan bir kişi, gönül vermez bu dünyâya,
düşkün olmaz ondan yana, bilir onu kemâl üzre.

Bir kal dünyâya bağlansa, ibâdet zevkını duymaz,
onunçün Zâtî bu şi’iri, getirdi hasbihâl üzre.

Kîl-ü kâl: Dedikodu
Melâl: Üzüntü, hüzün, dert, can sıkıntısı, usanç
Cidâl: Münakaşa

Kibir

Hadisi şerifte “Merkebe binmek. yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak, kibirsizlik alâmetidir.” buyruldu.

Muhammed Hâdimî / İslam Ahlakı S.51

Abdulhamid Han’ın Hassasiyeti

Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, siyâsal bilgiler mektebini birincilikle bitireni, her sene serâya kâtib alırdı. Böylece, gençleri çalışmağa teşvîk ederdi. Kâtib seçilen Es’ad beğ “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hâtırât-i Abdülhamîd hân-ı sânî) kitâbında diyor ki, bir gece yarısı şifre yazdım. İmzâ için, sultânın yatak odası kapısını çaldım. Açılmadı. Bir dahâ vurdum. Yine açılmadı. Üçüncüyü vuracağım anda, kapı açıldı. Karşıma çıkan sultân, havlu ile yüzünü siliyordu. (Evlâd! Seni bekletdim. Kusûruma bakma! Dahâ birinci çalışda kalkdım. Gece yarısı, mühim bir imzâ için geldiğini anladım. Abdestsiz idim. Bu milletin hiçbir kâğıdına abdestsiz imzâ etmedim. Abdest almak için gecikdim. Oku dinliyeyim) dedi. Okudum. Besmele çekerek imzâladı ve hayrlı olsun inşâallah, dedi.

Ahmed Cevdet Paşa / Faideli Bilgiler S.442

NEFS

Bir ân gelir kabarır, atlasda dalga gibi,
muhit olur rûhuna, kırılmaz halka gibi.

Bir ân gelir, durulur, soğuk bir pınar olur,
her sözü kabûl eden, en kıymetli yâr olur.

Bir ân gelir, ah çeker, herşey benim olsa der,
bütün dünyâyı versen, nankördür dahâ ister.

Bir ân gelir inanır, mevlâsı sözlerine,
nedâmet yaşı dolar, o âsî gözlerine.

Bir ân gelir ki gürler, ufkunda şimşek çakar,
yılların mahsûlünü, tutar bir ânda yakar.

Bir ân gelir, dalgasız, sessiz bir ummân olur,
bütün yapdıklarına, utanır, pişmân olur.

Bir ân gelir, Fir’avn, Şeddâd ve Nemrûd olur,
damarlarda dolaşan, Hannâs-ı merdûd olur.

Bir ân gelir mutî’dir, herşeyi kabûl eder,
dünyâ gözünde olmaz, dâim ibâdet ister.

Bir ân gelir, şâhlanır, kükremiş arslan gibi,
yâhud kana susamış, yaralı kaplan gibi.

Bir ân gelir, uslanıp bir (seng-i miheng) olur,
her arzûsu, Resûlün sözlerine denk olur.

Bir ân gelir, zâlimdir, rûhu inletir zâr zâr,
kendi kötü elîle, kendine mezâr kazar.

Ey kalb, böyle bir nefse, uyarsan hâlin yaman!
Onun hîlelerine, aldanma hiçbir zemân!

M. Sıddık Gümüş / Tam İlmihal Seadeti Ebediyye S.850

İbret Al!

Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da, ibret al!

Şu direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al!
Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,
her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al!

Pâdişâh olsan da, derler “er kişi niyyetine”,
Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al!
Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr,
varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir

M. Sıddık Gümüş / Tam İlmihal Seadeti Ebediyye S.597

Şimdilerde Ata Sporu Diyoruz…

“Ok atmasını ve ata binmesini öğreniniz.”

“Ok atmasını öğrenip,sonra unutan bizden değildir.”

“Oyunun faidesi olmaz. Yalnız, ok atmağı öğrenmek ve atını terbiye etmek ve ailesi ile oynamak hakdır.”

Mihneti kendine zevk etmekdir, âlemde hüner…

Kim bulur zor ile, maksadına, her zamân zafer,
gelir elbet zuhûra, ne ise hükm-i kader!

Hakka bırak her işini, esbaba yapış yeter,
bu sözüm olsun sana, ârif isen, her an rehber:

Mihneti kendine zevk etmekdir, âlemde hüner,
gam ve neş’e insanda, böyle gelir, böyle gider.

Kalbim, sessiz, dalgasız, engin bir ummân oldu

Teshîr edici gözler, neş’e verici sözler,
hepsi hayâl oldular, ayrılık yamân oldu.

Derin derin bakışlar, içli bir hayât gizler.
dertliyim, görmiyeli, bir hayli zemân oldu.

Tâli’ yüzüme gülüp, bana sevdirdi seni,
hasret de, elem gibi, yakdı bitirdi beni.

Ben geleceğim artık, bekleyemem gelmeni,
kalbimi zulmet basdı, gözlerimde kan doldu.

Mecnûn olmuş gezerim, aşkınla bunca yıldır,
yâ bu aşkla öleyim, yâhud yanına aldır.

Ayrılık perdelerin, bir bir gözümden kaldır,
en kıymetli günlerim, ne çâre hicrân oldu.

Seni kalbime koydum, yâd ellere bakmadım,
en mu’allâ dost gibi, dilimden bırakmadım.

Ben bir ma’sûm bir kulum, başka yola sapmadım,
derim ki, candan yakın, bana bu cânân oldu.

Hayâller perde perde, gelir geçer gözümden,
hasretlik çizgileri, okunuyor yüzümden.

Sizi sevdim diyorum, aslâ dönmem sözümden,
ben râzıyım aşkımdan, bana bu, dermân oldu.

Mâziyi eşme sakın, yüreğim kan ağlıyor,
o eski hâtıralar, hep bir bir canlanıyor.

Birçok tanımıyanlar, beni mecnûn sanıyor,
ve diyorlar bu serây, vaktsiz vîrân oldu.

Ayrı kalalı beri, dünyâ bana zındandır,
kalbimde neş’e sürûr, eğer varsa, ondandır.

Benim en azîz dostum, senelerce filândır,
istemiyerek ism, bir kalıp (filân) oldu.

Sevmenin sonu varmı? ben, yok zan ediyorum,
ve benim gibi âşık, cihânda yok diyorum.

Öyle temiz, öyle saf, bir aşkla seviyorum,
kalbim, sessiz, dalgasız, engin bir ummân oldu.

M. Sıddık Gümüş / Tam İlmihal Seadeti Ebediyye S.639

Bir güzel görmedim, cânâna benzer!

Hayâlin önümde, parlak ay gibi, zulmeti gideren mehtâba benzer,
bu âlem görünür bir serây gibi, ışık olmayınca, zindâna benzer!

Bu sesler yabancı, özler yabancı, bakışlar yabancı, gözler yabancı;
dudaklar gülse de, ma’nâ yabancı, gördüğüm rü’yâlar, bir zanna benzer!

Güllerin başkadır, ateşin başka, aşkınla tutuşan, bülbülün başka;
şu elin güzeli değmiyor aşka, bir güzel görmedim, cânâna benzer!

Bakdıkca yakından güneş yüzüne, dahâ çok inandım tatlı sözüne,
şifâsın, rûhumun üzüntüsüne, sohbetin her derde dermâna benzer!

Ayrılık yakıyor gece ve gündüz, geceden karanlık oluyor gündüz,
bu yıl da gurbetde geçen ömrümüz, cefâsı bitmiyen, devrâna benzer!

M. Sıddık Gümüş / Tam İlmihal Seadeti Ebediyye S.585